16 Nisan 2015 Perşembe

Furious 7 ve Hızlı ve Öfkeli Serisi


Çoğu kaliteli dediğimiz film, sonrasında gelen devam serileri yüzünden eski değerini kaybeder, eleştiri bombardımanına tutulur. 8. 9. serisi çekilen filmlerle ilk başta ben makara yaparım ama bu seriye toz konduramıyorum ne yazık ki. Geçtiğimiz gün, Hızlı ve Öfkeli serisinin 7. filmi olan Furious 7'yi IMAX'de izleme imkanım oldu ve kritiğini yapmak da farz oldu. (Spoiler içermesi yüksek ihtimal bir yazı olacak baştan uyarayım :)

Aslında bu genel olarak Hızlı ve Öfkeli serisinin bir kritiği olacak fakat önce 7. filmden başlayalım. Film, bir önceki filmde ekibin hakladığı Owen Shaw'un abisi olan Deckard Shaw'un ortaya çıkıp, kardeşine zarar verenlere zarar verme çabası üzerine kurulu bir senaryoya sahip. Deckard Shaw, kardeşine zarar veren Toretto ve ekibini öldürmeye çalışmaktadır. Kendisini ailesini korumaya adamış olan Toretto, ekibini yeniden toplar. Gizli servis ile yaptığı anlaşma neticesinde, Deckard Shaw'u yakalayabilmek için God's Eye adında bir sistem oluşturmuş olan bir Hacker'ı yakalamaya çalışır.

Hızlı ve Öfkeli serisi, 4. filmden itibaren otomobil odaklı bir seriden, aksiyon odaklı bir seriye dönüşmeye başlamıştı. Bu filmde ise bu dönüşüm tamamen gerçekleşmiş. Arabalar, yalnızca takip ve kaçış için kullanılan birer araç haline gelmiş ve ilk filmde Toyota Supra ile Ferrari'ye toz yutturan ekip artık Ferrari kullanmaya da başlamış:). Bu film, bir çok kişiye göre abartılı, klişe ve fiziksel olarak imkansız sayılabilecek aksiyon sahneleri barındırıyor. Uçurumdan düşen otobüsten atlama sahnesi, helikoptere araba ile çarpma sahnesi, iki arabanın yan yana gelip bir camdan diğerine birisinin geçmesi, uçurumlardan düşen arabalardan sağ çıkan insanlar ve daha niceleri. Mantık hataları içeren ve "yok artık" dedirten,  Hobbs'un bicepsleriyle kolundaki alçıyı parçalaması:), Letty'nin, Toretto'ya kalp masajı yapan Brian'ı ittirip "çekil lan şurdan" edalarıyla Toretto'yu kucağına alıp sözleriyle onu hayata döndürmesi gibi sahneler de ben dahil bir çok insana komik gelmiştir. Abu Dhabi'deki lük rezidansın önüne sırayla lüks arabalarla gelip Ocean Eleven'dan çıkma bir sahneyle arabalardan iniş kısmı da komikti ne yalan atayım. Fakat bazı film serileri insanı o kadar içine çeker ki, yeni gelen filmlerini heyecanla beklersiniz ve çok çok çok saçma değil ise o filmi öyle ya da böyle seversiniz. Bu seri benim için böyle serilerden birisi ve bence 1. ve 2. filmden sonraki en iyi Hızlı ve Öfkeli filmi olmuş diyebilirim.


Toretto, her zamankinden daha ön planda tutulmuş. Filmi üç ana başlığa böldüğümüzde aksiyon, aile ve Paul Walker diyebiliriz. Vin Diesel buradaki aile kısmının baş aktörlerinden. Serinin ilk filminden bu yana tek amacı ailesini ve ekibini bir arada tutabilmek ve bunun için elinden geleni yapmasıdır. Bu nedenle daha ilk filmden itibaren insan kendini o ailenin bir parçası gibi hissediyor. O evin bahçesindeki barbekü partilerini sanki onlarla beraber yapıyorsunuz. Bu nedenle filmde insanı en yaralayan sahnelerden birisi o evin havaya uçması oluyor. Yine aile kavramı kısmında yer alan Letty ise filmin bu sefer en gereksiz karakteri olmuş. Bir anda "Benim kendimi bulmam lazım" diye çıkıp gitmesi, sonra bir anda "Ben geldim" diye ortaya çıkması falan çok kötü olmuş. Ayrıca Michelle Rodriguez'e romantik sayılabilecek roller gitmiyor arkadaş. Bu kadın helikopter uçurmalı, silah kullanmalı, araba sürmeli falan. Her karaktere tek tek değinmeyeceğim fakat ilk defa kötü adam rolünde izlediğim Jason Statham bence rolünün hakkını fazlasıyla vermiş ve filme cuk oturmuş. Onun içinde olduğu dövüş sahnelerini nefessiz seyrettim. Zaten görünüşe göre bir devam filmi daha gelir ve konu Statham'ın karakteri etrafında döner gibi. Bu filmdeki en keyifli anlar ise şüphesiz Tyrese Gibson'un şaklabanlıkları ve Dwayne Johnson'ın o cüsseyle yaptığı türlü komikliklerdi.

Filmde, serinin eski filmlerine oldukça fazla atıf vardı ve bir şekilde eski filmlere bağlamışlar bu filmi ki benim çok hoşuma gitti o durum. Filmin ortalarında bir anda "Tokyo Drift" müziği eşliğinde Japonya'ya geçilmesi ve 3. filmden sahnelerin yeniden izletilip bu filmde kronolojik olarak bağlanması muazzam olmuş. Han'ın ölüşünü bize yeniden yaşatarak 3. filmi kronolojik olarak 6. sıraya çıkarmışlar aslında. İlk filmden kalan ton balıklı sandviç muhabbeti ve diğer replikler güzel bir nostalji yaşattı. Sadece replikler değil, arabayı tırın altında sürmek, hareket halindeki tıra müdahale etmek gibi eski filmlerden gelen bir çok sahne de, daha iyi bir şekilde tekrarlanmış. Tabi eski sahneleri uyarlarken kullanılan efektler bir harika olmuş. Özellikle bir kaç yerde kullanılan, kameranın karakter ile birlikte dönmesi olayına bayıldım. Zaten söylememe bile gerek yok; bu filmi kesinlikle IMAX'de izlemelisiniz. Bu dönemde böyle güzel efektli fakat 3D olmayan bir filmi IMAX'de bulmak zor.

Serinin en başına dönüp baktığımda 14 sene geçtiğini görüyorum ve o filmi daha gün gibi hatırlıyorum. Artık bu seri, bana da yılların nasıl geçtiğini hatırlatır oldu özellikle Mia ve Letty'nin harbi harbi yaşlanmış olduklarını gördükten sonra:) Fakat tabi ki hiç yaşlanmayanlar, her filmde olduğu gibi bunda da, modifiye arabaların yanında dans etsinler koydukları olmazsa olmaz ablalar. Onlarda fazlasıyla görevlerini yerine getirmişler:) Modifiye araba hikayesi az olsa da yine de araba severli doyurdu diyebilirim film için. Eskilerden hatırladığımız Toyota Supra ve Nissan Skyline GTR'ı bol bol gördük filmde. Arabaların yanında bir parantez de müziklere açmak lazım. Gidilen her mekana uygun çok güzel müzikler seçmişler yine. Gece yarısı yarışları esnasında çalan undergroundlar, sahil kenarı sahnelerinde çalan bandaleros ve Orta Amerika müzikleri, Japonya'da çalan Tokyo Drift büyük keyif verdi.

Evet şimdiye kadar bahsetmediğim bir isim var farkındayım. Hem assolisti muhabbetinden, hem de karakteri gözümün önünde geldikçe hüzünlendiğim için Paul Walker'ı en sona bıraktım. İzlediğim her sahnede hüzünlendim ve filmin sonlarındaki o kumsal sahnesinde nerdeyse gözlerim doldu. Bu serinin baş kahramanı, olmazsa olmazı, hayat dolu bir insan kaybettik. Dünyada daha önce ölmesi gereken bir dolu insan varken böyleleri önce gidiyor işte ne yazık ki :( Yanlış hatırlamıyorsam sadece 3. filmde yoktu Brian O'Conner karakteri. Çekimler esnasında hayatını kaybettiği için senaryonun değiştirileceğini ve çok büyük ihtimalle filmde karakterinin öldürüleceğini düşünüyordum fakat Paul Walker için şahane bir son hazırlamışlar. Filmde öldürüp kendisini kötü hatırlatmak yerine ailesi için yaptığı işi bırakan ve ekiple yolları ayrılan bir karakter çizmişler Paul için. Sahilde ailesiyle oynarken onu izleye ekip arkadaşları ve ailesi, hüzünlü halleriyle sanki Brian'ın aralarından ayrılmasına değil de Paul'un ölümüne üzülüyor gibiydiler. Zaten o sahne, Paul'un gerçek hayatından bir sahnesi gibiydi; ailesini çok sevmesi fakat onlardan ayrılması... Filmin son sahnesinde ise Dominic ile birlikte son bir sürüşe çıkıyor Brian ve ikiye ayrılan yolda, yolları ayrılıyor, ne yazık ki sonsuza dek. O sahnede Paul Walker'ın ilk filmde kullandığı efsane Toyota Supra'nın bembeyaz, tertemiz, modifiyesiz bir halde olması, ayrılıştan sonra kameranın onu takip edip okyanus ve gökyüzünün bir beyazlıkta birleşip filmin sonlanması, şahane olmuş. Paul için hak ettiği, harika bir veda hazırlamışlar. Eski filmlerdeki Paul Walker'ın yer aldığı sahneleri art arda koymaları boğazımı düğümledi resmen.  Son sahne, kendisini o ailen biri gibi hisseden bir çok insanı çok etkilemiştir eminim. Elveda güzel insan. Bu seri sensiz devam ederse izler miyim bu sefer emin değilim. İçimden bir ses Schumacher - Formula 1 ayrılışı sonrası bu spordan kopuşumu bu film serisinde de yaşayacağım diyor. Toretto'nun filmdeki son repliğiyle yazımı noktalayayım, For Paul...


I used to say I live my life a quarter mile at a time and I think that's why we were brothers - because you did too. No matter where you are in this world, whether it's a quarter mile away or half way across the world. The most important thing in life will always be the people in this room, right here, right now. Salute mi familia. You'll always be with me. And you'll always be my brother.


( Furious 7, The Fast and The Furious, Paul Walker, Vin Diesel, Jason Statham, Dwayne Johnson, Los Angeles, Toyota Supra, Brian O'Connor, Dominic Toretto, Tokyo Drift, Modifiye )

20 Mart 2015 Cuma

Lisbon

Avrupa’da gezdiğim seyahat noktalarına bir yenisi olan Lizbon’u eklemiş bulunmaktayım ve vakit kaybetmeden, bilgiler taze iken burayla ilgili notlarımı aktarmak istedim. Portekiz’in başkenti olan Lizbon, sahip olduğu Akdeniz sıcaklığıyla, Avrupa kıtasının en batı noktası oluşuyla, coğrafyası itibariyle özellikle İstanbul ile olan benzerlikleriyle daha ilk dakikadan itibaren ilgi çekici olmayı başarıyor. Ben şehirde gezmek amaçlı olarak 3 gün geçirdim fakat eminim ki 3 günden fazla kalanlar için daha yapılacak bir çok aktivite kalacaktır. Şimdi Lizbon’u merak edenler için biraz buradan bahsedelim…

Şehrin gerçek anlamda 5 ana bölgesi var diyebiliriz. Aşağıdaki haritadan da görebileceğiniz üzere şehri Merkez, Belem, Alfama, Sintra ve Cascais olarak beşe bölebiliriz. Bu bölgelerden ve bölgelerdeki aktivitelerden bahsedeyim biraz.


Merkez Bölge
Bairro Alto, Commercio Meydanı, Rua Augusto gibi ismini sık duyduğunuz lokasyonların tamamı bu bölge içerisinde diyebilirim. Lokasyonlar birbirine gerçekten çok yakın. Bölge içerisinde bir metro istasyonundan çıktıktan sonra hemen hemen buradaki her noktaya yürüyebilirsiniz. Tabi bazen Lizbon yokuşlarına denk geleceksiniz, hazırlıklı olun.

Praça do Commercio
Lizbon’u gezmek için başlangıç noktası olarak Praça do Commercio seçilebilir. Bu bölge, merkezin denize ( okyanusa, nehire, … hepsi aynı şey :) ) bakan kıyılarının bir tanesi. Çok büyük bir meydan burası. Bol bol resim çekinebilirsiniz. Suyun hemen başladığı bölgede ufak bir iki tane sahil de bulunuyor. Buradan 25 Nisan Köprüsü ve karşı yakadaki İsa Heykeli’ni görebilirsiniz. Meydanın nehre zıt tarafında ise, nerdeyse her avrupa şehrinde denk geldiğim zafer anıtlarından bir tanesi bulunuyor. Paris ve Barcelona’daki anıtlara benziyor bu yapı da. Bu kapının hemen girişinde ise Lizbon’un en meşhur caddelerinden Rua Augusto var. 


Rua Augusto
Şehrin en meşhur kapalı caddesi diyebiliriz burası için; İstiklal Caddesi’ni andırıyor. Oldukça turistik ve araç trafiğine kapalı bir cadde. Ortasında sokakta bulunan restoranlar, sağında ve solunda bir çok hediyelik eşya dükkanı, mağazalar bulmak mümkün. Barcelona’yı gezenler için buraya daha az kalabalık bir Las Ramblas diyebiliriz sanırım. Sokak ortalarında gece gündüz fütursuzca gezen ve dibinize dibinize sokulan uyuşturucu satıcılarına kadar benziyor Las Ramblas’ya. Ama gezin görün burayı, güzel baya. Tavsiyem, cadde üzerindeki turist tuzağı restoranlar yerine buranın birer paralelinde bulunan ara sokaklardaki restoranlar. Örneğin bir tanesine girdik ve kişi başı 15-16€ civarına rahat rahat doyduk.

Bairro Alto Bölgesi
Bu bölgeye Rossio ya da Baixa-Chiado metro istasyonlarından bu bölgeye ulaşabilirsiniz. Rossio Meydanı civarında gezip etrafındaki kafelerde oturabilirsiniz. Gerçek bir Lizbon gezintisi yaşamak istiyorsanız uğramanız gereken yer kesinlikle Bairro Alto bölgesi. Burası daracık sokaklardan oluşan, bir çok yokuşa sahip, eski, o meşhur deprem zamanlarından kalma yapılara sahip çok hoş bir bölge. Şehirn kalbi, akşamları özellikle belli bir saatten sonra burada atıyor. Ufak restoranlar, barlar, şarap evleri ve kafeler var. Oldukça canlı bir bölge.

Rossio Meydanı
Rossio metro durağının bulunduğu bölge. Şehrin merkezi noktalarından. Meydan olarak çok bir özelliği yok fakat etrafında kafeler falan var. Gittiğinizde buraya farkında bile olmadan bir kaç kez uğrayacaksınız.

Santa Justa Asansörü
Lizbon, gerçekten de fazlaca yokuşa sahip bir şehir. Kuşbakışı yakın gibi görünen noktalar arası seyahat bu nedenle çok yorucu olabiliyor. O derece yokuşlu ki şehrin tam ortasında, şehrin aşağı bölgesini, daha yukarıda olan başka bir bölgesiyle bağlamak için bir asansör bile yapılmış. Santa Justa Asansörü’nü, bu amaçlar kullanabilir ya da yalnızca seyir terasına çıkabilirsiniz. Seyir terası için 1,5€, normal kullanım için de 4€ vermeniz gerekiyordu sanırım. Biz oradayken etrafına tadilat amaçlı branda gerildiği için manzarası kapanıyordu o nedenle binmedik.





Alfama Bölgesi
Merkez diye bahsettiğim lokasyonun biraz dışında kalan bu bölge, yine oldukça dar sokaklar ve yokuşlardan oluşan, şirin ve nostaljik bir bölge diyebiliriz. Nehir kenarından, Sao Jorge Kalesi’ne kadar uzanan bir bölge. Bairro Alto bölgesinden, gücünüz yeterse yürüyerek ya da meşhur Tram 28 ile bu bölgeye ulaşabilirsiniz. 

Sao Jorge Castle (Lisbon Kalesi)
Alfama Bölgesi’nde bulunan bu kale, şehrin en yüksek noktası sayılabilir. Kalenin çevresi bile oldukça yüksek bir tepe üzerinde. Manzarası çok övüldüğü için buraya gittik. Kaleye giriş ücretli. Kale etrafında, yine ücretli olarak girilebilen büyük sayılabilecek bir park ve müze bulunuyor. Sırf manzara için bu bölgeye geldiyseniz kalenin hemen alt tarafında, Lisbon Katedrali’nin arkasında bulunan seyir terasına gidebilirsiniz. Hem panaromik bir manzara elde edebilir, hem de buralarda bulunan kafelerde kahvenizi yudumlayabilirsiniz.

Lisbon Katedrali (Se De Lisboa)
Alfama Bölgesi’nde bulunuyor. Açıkçası Tram 28’in güzergahı üzerinde bulunduğu için ve “Adettendir, madem bir Avrupa şehrini geziyoruz, Katedralsiz olmaz” mentalitesiyle buraya gittik. Katedral, sahip olduğu iki kulesiyle Paris’teki Notre Dame’ın birebir kopyası diyebilirim. Giriş ücretsiz. Akşam buranın ışıklandırması çok güzel diyorlar. Biz gitmedik fakat gidip görülebilir. İçerisi, heybetli sayılabilir. Ortalamanın üstü bir büyüklüğe sahip. 1100'lü yıllardan kalma bu katedrali, zamanınız olursa gidip görülebilir diyebilirim.

Belem Bölgesi
Bu bölge, Lizbon’un okyanusa açıldığı bölge. Şehrin genel olarak merkezi sayılabilecek diğer bölgelerden biraz daha uzakta. 15 numaralı tramvayı ya da tren kullanarak merkezden buraya ulaşabilirsiniz. Gündüzleri şehrin gezilecek önemli yerlerinden burası. Şehrin okyanusa açılan bu bölgesinde bol bol lüks yatlar ve yelkenliler görebilirsiniz.

Jeronimos Manastırı
Belem bölgesinde tramvaydan indikten sonra ilk karşınıza çıkacak yapı Jeronimos Manastırı olacak. 1500’lü yıllarda tamamlanan manastır, Rönesans dönemi havası taşıyor diyebilirim. Çok iyi dizayn edilmiş bir bahçesi bulunuyor. Manastırın büyüklüğü ve dışarıdan görünümü size hemen Louvre Müzesi’ni çağrıştıracaktır. Bu gezide çok fazla kapalı alan gezmek istemediğim için burayı pas geçtim. Merak edenler gezebilir, önemli bir nokta.  

Keşifler Anıtı
Manastırın nehir tarafına doğru karşısında bulunan heybetli yapı, adını 1500’lü yıllarda yapılan keşiflerden ötürü edinmiş Keşifler Anıtı’dır. Nehrin hemen yanında bulunan, dar yüksek ve bir yelkeni andıran bu yapı, 1900’lü yıllarda yapılmış. Yapının üzerinde bulunan heykellerin arasında Vasca da Gama, Magellan gibi ünlü kaşifler de bulunmaktadır. 4€ ödeyerek bu yapının tepesine çıkabilir, Lizbon’u ve Tejo Nehri’ni bir de tepeden görebilirsiniz. Yine buradan, Golden Gate çakması görünümündeki 25 Nisan köprüsünü ve hemen karşı yakadaki büyük İsa Heykeli’ni de görebilirsiniz.



Belem Kulesi
Keşifler Anıtı’nın biraz ilerisinde görülebilecek bu yapı 16. yüzyılda savunma amaçlı olarak yapılmış. Okyanus tarafından şehre giriş noktasında bulunduğu için ayrı bir stratejik değeri vardır ve UNESCO dünya mirasları arasındadır. İlk zamanlarında nehrin ortasında bulunan bu yapı, büyük deprem sonrası karaya yanaşmış. Bu yapı gerçekten görülmeye değer. Çok sıra olduğunu için biz içerisinde giremedik ama merak da etmiyorum değil.


Sintra Bölgesi
Bu bölge, Lizbon merkezinin kuzey batısında kalan, şatoları, doğası ve meşhur Cabo da Roca ile kesinlikle gidilmesi gereken bir lokasyon. Rossio metro istasyonunun hemen yanındaki Rossio tren istasyonundan 15€’luk kombine biletinizi alarak trenle 40 dakikada merkezden Sintra’ya ulaşmanız mümkün. Kombine bilet önemli çünkü dönüş treni ve daha da önemlisi o bölgedeki otobüsler, bu bilete dahil oluyor. Trenler zaten 15-20 dakikada bir kalkıyor. Bölge, oldukça dağlık ve yeşillik bir mekan, Karadeniz’i andırıyor. Kale ve şatolarıyla meşhur. Buralara farklı otobüsler ile gidilebiliyor. Hepsini gezmek biraz zaman alabiliyor.

Castelo dos Mouros
Sintra istasyonundan 434 numaralı otobüs ile buraya ulaşabilirsiniz. Biz gittiğimizde etrafta acayip bir sis vardı ve bu kaleye inanılmaz bir kasvet ve korku katmıştı. Sanıyorum biraz şanslı bi zamanımızdı. Kale, 8. yüzyıldan günümüze kadar gelmiş. Müslüman döneminden kalma. Sintra’yı tepeden gören bir yeri var. İki adet kulesinin ucunda tepeye çıkmak gerçekten cesaret istiyor. Sonrasında devasa bir boşluğa avazınız çıktığı kadar bağırabilirsiniz:) Buradan okyanusu ve Pena Palace’ı görmeniz mümkün. Kale bahçesi ise adeta Amazon ormanları diyebilirim. Gökyüzüne fışkırmış ağaçlar, her tarafı yosunla kaplı kayalar, değişik kuş cıvıltıları… Bence burayı görmeden geçmeyin.

Pena Palace
Mouros kalesinden sonra yürüyecek takatiniz kaldıysa Pena Sarayına yürüyerek, yoksa bir sonraki otobüsü bekleyerek gidebilirsiniz, mesafe çok kısa. Mouros Kalesi girişinde Pena Sarayı’nın girişinin de dahil olduğu kombine bileti 14€’ya alabiliyorsunuz. Pena Sarayı’nın çok geniş bir bahçesi var. Yukarıya Saraya doğru yürüyerek çıkabilir ya da 3€ karşılığında ring servislerine binebilirsiniz. Saray dışarıdan bakıldığında bir masaldan fırlamış gibi duruyor. Yuvarlar ve spiral hatlara sahip kubbeleri, renkli duvarları ile çok güzel bir görüntü sunuyor. Sarayın içerisinde, zamanında Sarayı kullanmış olan 2. Ferdinand ve ailesinin eşyaları ve odaları bulunuyor. Özellikle Ferdinand’ın konuklarını ağırladığı bir teras odası var ki, avizesi başlı başına bir şaheser; görmeden gelmeyin. Saray, oldukça tepede olduğu için zorlu çıkışınız sonrasında güzel bir manzara ile ödüllendiriliyorsunuz. Kafeteryası da ucuz ve güzel bir manzarası var aklınızda olsun.


Cabo Da Roca
Gelelim Lizbon gezisinin benim açımdan olmazsa olmazına. Avrupa kıtasının en batı ucu olan Cabo Da Roca’ya, Sintra merkez istasyonundan 403 numaralı Cascais otobüsü ile ulaşabiliyorsunuz. Çılgın otobüs şoförlerinin kullandığı araçlarda, daracık Portekiz yollarında yaklaşık 40 dakikalık bir yolculuk sonrası dünyanın sonuna ulaşıyoruz. Değinmeden geçemeyeceğim, Cabo Da Roca’ya gelmeden hemen önce içinden geçtiğimiz bir köy vardı ki, orada inip haftalar boyu vakit geçirmek istiyor insan. “A Good Year” filmindeki evi ve mekanları çağrıştırıyor herşey. Neyse, burayı geçip, Avrupa kıtasının en batı noktası olan uçurum ve fenerden oluşan bölgeye geliyoruz. Yaklaşık 100 metre yükseklikteki falezleri döven okyanus dalgaları insanı gerçekten korkutuyor. Falezlere yaklaştığınızda, anında çok yüksek desibellerde dalga seslerini duyabilirsiniz. Bu bölge, insanoğluna kendisini çok çaresiz ve küçük hissettiren bölgelerden. Yemyeşil bir coğrafya içerisinde yapayalnız bir deniz feneri ve Avrupa kıtasının Atlantik öncesi son durağı. Burayı görmeden Lizbon’u gezmiş sayılmazsınız. Ayrıca oraya kadar gitmişken 11€’ya orada bulunduğunuza dair bir sertifika alabilir ya da posta ofisinden, dünyanın herhangi bir noktasına mektup gönderebilirsiniz.



Cascais Bölgesi
Genelde, Lizbon -> Sintra -> Cabo da Roca -> Cascais -> Lizbon şeklinde tercih edilen güzergahın son noktası Cascais oluyor. Burası, Sintra’nın güneyinde, Lizbon’un batısında kalan, fazlasıyla Bodrum havasına sahip bir sahil bölgesi. Cabo da Roca’dan 403 numaralı otobüsle 15 dakikada buraya varabilirsiniz. Yine okyanusa kıyısı olan bu bölgede, bir çok sahil bulunmakta. Lizbon halkının okyanusa girebileceği en yakın bölge sanıyorum burası. Etrafta bulunan geniş kumsalları, okyanusa olan kıyısı, sörfçüleri, yelkencileri ile biraz Los Angeles’ı da andırıyor. Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarında yürümek, upuzun kumsalında köpekleriyle oynayan, bisikletlerine binen insanları izlemek oldukça keyifli. Gece saat 1’e kadar buradan Lizbon’a tren bulunuyor. Yolculuk yaklaşık 30 dakika sürüyor ve yeşil metro hattının son durağında sona eriyor. Paragraf başında bahsettiğim yolculuk dolu dolu 1 gününüzü alıyor haberiniz olsun.

Lizbon’la ilgili olarak gezilecek dışında bilmeniz gereken, önemli bir kaç detaya da aşağıda değindim.

Ulaşım
Şehirde ulaşım genel olarak rahat denilebilir. Tramvay, otobüs, metro ve taksi opsiyonlarınız var. Örneğin bazı şehirlerde bunların hepsi olmasına rağmen en mantıklısı metrodur; Lizbon’da böyle bir durum yok. Her türlü toplu taşıma aracı aynı sıklıkta kullanılıyor. Eğer oteliniz Baixa XXXX bölgesine yakınsa, uzak bölgelere gitme durumunu dışında toplu taşıma kullanmanıza gerek bile olmayacak. Lizbon lokasyonlar arası mesafeleri kısa olan şehirlerden. Yokuşlarını dert etmezseniz rahat rahat yürüyebilirsiniz (Dert edin!). Taksilere ucuz diyorlar fakat tek sefer kullanmak zorunda kalmama rağmen bana çok ucuz gelmedi. Sanıyorum taksicinin bizi dolandırmasından da kaynaklı bir durum vardı fakat yaklaşık 4km’lik bir mesafeye 13€ verdik. Havaalanı’ndan şehre taksi ve metro hattını kullanarak gidilebilir. Şehirde 4 adet metro hattı var ve sık sayılabilecek sayıda duraklar arası aktarma noktası var. Unutulmaması gereken bir nokta, metroya girişte kullandığınız kartı çıkışta da okutmalısınız, yoksa dışarı çıkamıyorsunuz. Bu nedenle kartınızı saklamanız lazım. Tramvay, metro ve otobüs için tek binişlik kart 1.4€. Bunun için bir de tek seferlik kart satın almanız lazım (0.5€). Şehrin ulaşım firması Carris, bu 3 toplu taşımayı da yöneten firma ve günlük biniş kartı gibi bir nimetleri var. 6€ karşılığında edinebileceğiniz bu kart ile metro, tramvay ve otobüslere 24 saat boyunca ücretsiz binebiliyorsunuz. Bahsettiğim bu ulaşım opsiyonlarının olmadığı noktada, yine şehir merkezinden rahatlıkla binebileceğiniz trenler devreye giriyor. Şehrin biraz dışına çıkmak için tren opsiyonunu kullanabilirsiniz.

Yemek
Bir çok Avrupa şehri gibi Lizbon da yemek konusunda başarılı noktalardan. Okayanus kıyısında olduğunu düşünürsek ana konsept tahmin edeceğiniz üzere deniz ürünleri. Çeşit çeşit, tap taze balık ve bilimum abuk subuk deniz canlısını bulabilirsiniz burada. En meşhurları ise Codfish (Morina Balığı) ve Sardinhas (Sardalya). Morina balığında ızgara ve kızartma opsiyonlarınız var. Ben kızartılmış olanından yedim. Tadı güzel. Beni tek rahatsız eden ise daha önce alışık olmadığım lastik kıvamında bir eti var balığın. Menülerde Sardinhas olarak görebileceğiniz ızgara Sardalya da Lizbon'un meşhur yemeklerinden. Ben oradayken ne yazık ki mevsimi olmadığı için tadamadım ama imkanınız olursa yiyiniz efendim, Haziran ayı civarı başlıyormuş sezonu. Şehrin bir diğer meşhur yiyeceği ise Nata. Bu tatlının, şehrin en meşhur pastanesi olan Pasteis de Belem’den çıkma olduğu söyleniyor. Tatlı bir milföy hamuru üzerine yarı kremalı, yarı soslu bir eklemesi olan küçük bir tatlı. Tanesini 1€ civarına alabilirsiniz. İsteğe göre pudra şekeri ya da tarçınla yeniliyor. İlkini çok beğendim fakat ikinciden sonra fazla tatlı gelebilir. Lizbon’da şarap kültürü ne durumda emin değilim ama her türlü Portekiz’desiniz zaten. Buralara kadar gelmişken bir yerlerde Porto şarabı deneyin kesinlikle. Bu arada gideceğiniz restoranlarda dikkat etmeniz gereken bir husus ise, siz siparişinizi verir vermez masaya gelen türlü aperatifler. Bunların tamamı ücretli arkadaşlar, o yüzden Türkiye’de yaptığınız gibi yumulmayın. Zorla önünüze koyabilirler, kibarca geri gönderebilirsiniz.

Yemek İçin Mekanlar

Özellikle yemek için, eğer ki deniz ürünü seviyorsanız, opsiyonunuz çok fazla. Ben gittiğim bir kaç yerden bahsedeyim. Tripadvisor’da önerilen bir kaç yere gittiğimizde Pazar günü kapalı olduğunu öğrendik. Sonrasında ara sokakların birisinde mecburi olarak, görüntüsü ve servisi iyi olmayan bir restorana oturduk. Tipine, servisine falan bakmayın arkadaşlar, Adega da Mo adlı bu yerde, son yıllarda yediğim en başarılı çupra ve somonu yedim. Lezzet olarak şahaneydi, buraya gidebilirsiniz. Fakat bazı şehirlerin olmazsa olmaz bazı yemek lokasyonları vardır. İşte Lizbon için burası Restaurante Cabaças’dır. Konsept özetle şu şekilde; istediğiniz bir et çeşidi, istediğiniz bir formatta önünüze pişmemiş bir şekilde getiriliyor. Siz bu eti, tepsinizin içerisinde bulunan, ateşte ısıtılıp önünüze getirilmiş granitin üzerinde kendiniz pişiriyorsunuz. Hem etler çok lezzetli, hem de fikir çok orijinal. 9€’ya gelen bu porsiyonlar oldukça doyurucu. İçerisi çok küçük bu nedenle sıra beklememek için 19:30 civarı gitmelisiniz. Buraya gitmeden Lizbon’dan dönmeyin kesinlikle. Başka bir orijinal mekan da Cafe a Brasileira. Burası da oldukça meşhur, cafe-bar tadında bir mekan. 1900 civarından kalma ve bu bölgeye orijinal Brezilya kahvesini getiren mekan olarak bilinen ve sizi geçmişe götüren bir iç tasarımı olan bir yer.


Tram 28
Lizbon’da yapılacak aktiviteleri arattığınızda karşınıza kesinlikle çıkacaktır Tram 28. Bu Tram 28 dediğimiz şey, halen faal olarak çalışan tarihi 28 numaralı tramvay efendim. Güzergahı çok merkezi ve Lizbon’un meşhur yokuşlarından ötürü yürüyerek rahatça gezemeyeceğiniz daracık Lizbon sokaklarını, yürüme hızında gezdiriyor size. Tarihçesini net olarak bilemiyorum fakat trenler çoook eski. Tahtadan, ve tam bir nostaljik havası var. O kadar eski ki bizim bindiğimiz trende, makinist bayan aşağıya inip elinde levye ile rayların yönünü değiştirdi ve yola o şekilde devam ettik o derece :) Lizbon’a gidiyorsanız, günlük ulaşım kartına da dahil olan Tram 28’e binmeden dönmeyin. Olmazsa olmaz listesinin en tepelerinde bence.


Oceanario
Bir çok turistik şehrin olmazsa olmazı olan akvaryum olayı Lizbon’da da var. Bir kaç tanesine gitmişliğim var. Bir çok değişik canlı da gördüm ama burası beni şimdiye kadar en çok etkileyenlerdendi. Akvaryumun için Atlantik, Pasifik, Antartika gibi bölgelere ayrılmış ve her bölgede, oraya ait deniz canlıları barındırıyor. Camsız, açık bölümler var. Penguenler sadece 1 metre uzağınızda kalıyor:) Hayatımda daha önce canlı olarak görmediğim su samurunu bile gördüm (Bu arada efsane şirin bir hayvan kendisi. Suda sırtüstü durup iki eliyle bişeyler yiyen bir tip). Fakat en efsanesi, 4 tarafı gezinti bölgesine doğru girinti yapan, 2 kattan daha yüksek boyutlu dev akvaryum. En alt kısmında, ayağınızın dibine kadar geliyor ve sizi sarmalayan yapısıyla kendinizi okyanusun derinliklerinde hissediyorsunuz. İçerisinde bir dolu, iri boyutta balık bulunuyor fakat o balıkların arasında kalma hissi çok daha etkileyici.
Burası herşeye rağmen Lizbon için bir elzem değil fakat ilk boş vaktinizde 1-2 saatinizi çok güzel bir şekilde değerlendirebilirsiniz burada. Ayrıca Oceanario’nun etrafındaki bölge, Lizbon merkezindeki tarihi görüntüden uzak, daha elit ve modern yapılardan oluşuyor. Ben binmedim fakat ilgilenenler için: Lizbon’un meşhur teleferiği de burada bulunuyor. Bölgeye metronun kırmızı hattında bulunan Oriente durağında inerek ulaşabilirsiniz. Giriş 14€. Biraz pahalı gelebilir fakat Lizbon’daki aktiviteler genel olarak ucuz zaten o nedenle burası size hiç dokunmayacak.

Son Notlar
Lizbon denilince akla ilk gelenlerden bir tanesi de kadınların, eskiden denize açılan ve geri dönmeyen eşleri için yaktıkları ağıt olan Fado’dur. Ben bir türlü denk getirip gidemedim fakat imkanınız olursa deneyin. Burası diğer Avrupa şehirleriyle kıyasladığım zaman oldukça ucuz bir şehir. Hem ulaşım hem de yeme içme olarak. İnsanları ise oldukça çeşitli. Hemen hemen her ırktan insan görmek mümkün. Konuşulan dil olan Portekizce, enteresan bir şekilde kulağıma Almanca - Rusça karışımı bir dil gibi geldi. Bilemiyorum belki de o insanlar Alman ya da Rustu, dediğim gibi insanlar çok çeşitli. Tahminimce Lizbon’un havası Nisan-Mayıs ayları civarında en iyi dönemini yaşıyor. Şehir genel olarak ılık, insanları sıcak, station wagon arabaları fazla, kendinizi rahat hissedebileceğiniz özellikleriyle gidilmesi gereken şehirler listesinde üst sıralara konması gereken güzellikte...

( Lisbon, Portekiz, Cabo da Roca, Belem, Sintra, okyanus, keşif, tatil )

29 Aralık 2014 Pazartesi

Undefined reference to symbol 'v4l2_munmap' error while installing OpenCV 2.4.9 on Ubuntu 14.04

If you are dealing with image processing in one of your projects, almost all roads lead to OpenCV and Tesseract. Tesseract is a OCR library created by HP and currently is handled by Google. In order to get good results in OCR process, you need to preprocess your image for OCR. For this, you can use OpenCV image processing library. Maybe installing OpenCV in various platforms might be very easy but installing it on Ubuntu is a living hell.

There are plenty of guides and resources about installing OpenCV on Ubuntu. I tried most of them but every time I got the same error: " Undefined reference to symbol 'v4l2_munmap' ". Before installing OpenCV, some other packages must be installed on Ubuntu which you can find everywhere. If you install required packages and still got the same error, there is a solution.

Possibly, you get the error message below:

/usr/bin/ld: ../../lib/libopencv_highgui.a(cap_libv4l.cpp.o): undefined reference to symbol 'v4l2_munmap'
//usr/lib/x86_64-linux-gnu/libv4l2.so.0: error adding symbols: DSO missing from command line
collect2: error: ld returned 1 exit status
make2: * [bin/opencv_test_highgui] Error 1
make1: [modules/highgui/CMakeFiles/opencv_test_highgui.dir/all] Error 2
make: ** [all] Error 2

To overcome this problem, all you need is to append " -lv4l2 " to [OPENCV_BUILD_DIR]/modules/highgui/CMakeFiles/opencv_test_highgui.dir/link.txt

After making the change, you need to execute make command again. Possibly, you will get the same error with different file names. All you need to do is applying same process to all files which gives the same error. For example if you see " modules/superres/CMakeFiles/opencv_test_superres.dir/all " near Error 2, you need to append " -lv4l2 " to [OPENCV_BUILD_DIR]/modules/superres/CMakeFiles/opencv_test_superres.dir/link.txt.

Unfortunately, you will get this error in more than 50 files. Of course more elegant solution is to detect these files and append " -lv4l2 " to all of them before starting make process.

By the way, if you want to compile OpenCV without bothering required packages or other things, there is a simple .sh file which handles all of these processes. You can download it from the link below and run the file to complete installation easily.


( opencv 2.4.9, tesseract, ubuntu 14.04, compile error, DSO missing from command line, -lv4l2 )
OpenCV installation script: https://github.com/jayrambhia/Install-OpenCV/tree/master/Ubuntu 
Reference: http://code.opencv.org/issues/3726

27 Kasım 2014 Perşembe

Custom TextView In Android With Styles

TextView is one of the most useful components in Android but at some point, it still cannot meet our requirements. For example, if you want to use a custom TypeFace (aka Font), you need to change it programmatically in the Activity like stated below:

Typeface typeFace = Typeface.createFromAsset(getAssets(), "Roboto-Regular.ttf");
TextView textView = (TextView) findViewById(R.id.myTextView);
textView.setTypeFace(typeFace);

Here, we've read our "Roboto-Regular.ttf" font file from "assets" folder and set it as the TypeFace of textView object. It is a good, simple, working solution but it is not feasible if you want to replace TypeFace for all of your TextViw components in the application. To set a custom font for all of your TextView components in your application, you can extend TextView class with your custom class. There are other methods like creating a custom component with its attributes using xml files but the solution below might be the best for you if you do not need too much feature but changing font family:

RobotoTextView.java
public class RobotoTextView extends TextView {
    public RobotoTextView(Context context, AttributeSet attrs, int defStyle) {
        super(context, attrs, defStyle);
        initialize();
    }
    public RobotoTextView(Context context, AttributeSet attrs) {
        super(context, attrs);
        initialize();
    }
    public RobotoTextView(Context context) {
        super(context);
        initialize();
    }
    private void initialize() {
        if (!isInEditMode()) {
            Typeface currentTypeFace = getTypeface();
            int style = currentTypeFace.getStyle();
            Typeface type = setFontFamily(style);
            setTypeface(type);
        }
    }
    private Typeface setFontFamily(int style){
        Typeface type = null;
        if(style==Typeface.BOLD){
            type = Typeface.createFromAsset(getContext().getAssets(), "Roboto-Bold.ttf");
        }else if(style==Typeface.ITALIC){
            type = Typeface.createFromAsset(getContext().getAssets(), "Roboto-Italic.ttf");
        }else{
            type = Typeface.createFromAsset(getContext().getAssets(), "Roboto-Regular.ttf");
        }
        return type;
    }
    @Override
    public void setTypeface(Typeface tf, int style) {
        Typeface type = setFontFamily(style);
        super.setTypeface(type, style);
    }
}

MyView.xml
<com.test.RobotoTextView     android:id="@+id/myTextView"
     android:layout_width="wrap_content"
     android:layout_height="wrap_content"
     android:text="My Custom TypeFace"
     android:textStyle="bold"/>

Here, I extend TextView class with my own custom class and override the necessary constructors with custom ones. One problem I faced during these processes was I cannot make the text bold, italic etc. To overcome this issue, you must find bold and italic versions of your font and put them in your assets folder also. Then you need to check the style attribute in your methods and retrieve the related .ttf file considering the style attribute (bold or italic). By doing this, you can easily use "android:textStyle" attribute in your custom TextView component.

( android, custom textview, typeface, style, bold, italic, andrpid:textStyle )

16 Eylül 2014 Salı

Milano

Bir şehri baştan sonra kültürel amaçlı gezmeden önce ciddi araştırır, gezilecek, gezebileceğim nereler var öğrenir, şehri çok iyi bir şekilde çalışırım. Her şehrin, her gidilecek yerin iyi-kötü yanları ile ilgili yorumlar olur. Sadece bu yorumlar bile Milano'ya gitmeden önce benim şehirden beklentimi mimimuma indirmeye yetti. Her 10 kişinin 7-8'i burayı Avrupa'nın en şişirilmiş şehirlerinden birisi olarak adlandırıyor. Tamam haklı olunan noktalar çok fakat çok düşük beklentiyle gidince şehir çok da kötü gelmedi gözüme. Biraz daha detaya girelim...

Malpensa Havalimanı'ından şehre gidiş geliş için ne yazık ki en kolay ve ucuz yol, havalimanında bulunan otobüsler. 16€ karşılığında, dönüş ucu açık bir şekilde gidiş dönüş bilet alabiliyorsunuz ve otobüs sizi Centrale istasyonuna kadar bırakıyor. Yolculuk yaklaşık 1 saat sürüyor ve havalimanındaki kullandığınız terminale göre biraz değişebiliyor. Bu yolculuğumuzda ise otel olarak, havalimanı ve trenlere gidiş gelişimiz kolay olsun diye istasyon yakınında bulunan Hotel New York'u seçtik. Bu otel, Centrale'nin hemen yanında bulunuyor ve biz çok memnun kaldık. Çok yeni olmasa da odalar oldukça geniş ve görevliler çok yardımseverdi. Zaten Milano'da otel fiyatları, diğer Avrupa şehirlerine kıyasla fazla pahalı değil o nedenle daha merkezi bir yer de tercih edebilirsiniz çünkü burası Duomo gibi yerlere 5-6 metro durağı mesafede.

Otel odamızdan Centrale manzarası
Her şehrin, gezi sitelerinde ismini arattığınızda çıkan simge yerleri ve özellikleri vardır. Milano için bunlar: Duomo Meydanı ve Katedrali, çok parası olanlar için alışveriş cenneti (Baya baya çok parası olanlar için), Galleria Vittoria Emanuele 2 ve Sforzesco Kalesidir. Evet, ciddi önemli yerler gerçekten bu kadar. Benim için ve tabi Da Vinci hastaları için ise Milano'ya gidince görülmesi gereken ilk yer ise İsa'nın Son Akşam Yemeği (The Last Supper) eserinin bulunduğu Santa Maria Delle Grazie kilisesidir. Gezilecek görülecek en önemli yerler bunlar. Fakat Milano'da yapılması gereken en önemli şey ise kesinlikle çeşit çeşit enfes yemeklerden yemek. Bu şehir aklımda hep yemekleri ve yemek konseptleriyle kalacak. Daha da detaya girelim...

Duomo Meydanı ve Katedrali
Şehrin turistik anlamda merkezi bu bölge. Duomo ve bir kaç önemli yer yine bu çevrede yer alıyor. Centrale istasyonundan burası yaklaşık 3 km mesafede. Yürümek için uzak bir mesafe gibi görülebilir fakat şehirde yapılacak zaten çok bir şey olmadığı için bu yol rahatlıkla yürünebiliyor. Giderken bol miktarda lüks mağaza görüyorsunuz. En ucuz ürünler genelde şallar oluyor ki onlar da 300-400€ :) Dediğim gibi zenginseniz tam bir cennet:) Neyse meydana çok yakın bir mesafede Leonardo da Vinci heykeli bulunuyor. Heykelin hemen yanında bulunan binanın arkası ise Duomo Meydanı. Burada Duomo Katedrali yer alıyor. 1300lü yıllarda başlayıp yaklaşık 500 yılda bitmiş bir yapı. Şimdiye kadar gördüğüm katedraller arasında Sagrada Familia ile birlikte en etkileyici dış görünüşe sahip olan katedral diyebilirim. Burası, Avrupa'nın en büyük 4. katedrali. İçeri giriş ücretsiz. Eğer kulelere çıkmak isterseniz, asansör ya da merdiven seçeneğine göre değişen ücretler var. Milano'ya gitmişseniz buraya kesin gitmelisiniz.




Santa Maria Delle Grazie - Son Akşam Yemeği
Özellikle Roma'da beni çok etkileyen rönesans dönemi eserleri ve Louvre Müzesi'ndeki Da Vinci eserlerini gördükten sonra, kişisel bir ilgim de olması dolayısıyla Da Vinci'nin "Son Akşam Yemeği" eserinin bulunduğu kiliseyi kesinlikle görmem gerekiyordu. Öncelikle şunu söyleyeyim, bu eser bir tablo vs. değil. Bir kilisenin duvarında bulunan, direkt olarak duvara yapılmış bir çalışma. Dolayısıyla boya renk ve bütünlüğünü koruması çok zor olduğundan ötürü içeri 2-3 kapıyı geçip giriyorsunuz. Bir kapı kapanmadan diğeri açılmıyor falan, hava ile temas en aza insin diye. Bu nedenle içeri girip istediğiniz gibi gezemiyorsunuz. 15 dakikalık periyotlar halinde içeri 25er kişi alınıyor. Dolayısıyla biletinizi 2-3 ay öncesinden online olarak almadıysanız yer bulma imkanınız yok. Her ayın ilk pazar günü giriş ücretsiz fakat yine de rezervasyon yapmanız lazım. Eser, Hz. İsa ve havarilerinin bulunduğu, içerisinde Da Vinci'nin klasik gizemlerini barındıran bir kuru duvar boyaması. Kilisenin bir duvarında bu eser bulunuyor. Resmini gizli bir şekilde çektim, aşağıda görebilirsiniz. Eserin bulunduğu kilise 2. Dünya Savaşı sırasında bombalanıyor ve kilise, Son Akşam yemeği ve hemen karşısında duran diğer eserin bulunduğu duvarlar hariç yıkılıyor. Zamanla eser restore edilip, iyileştiril günümüze geliyor. Bence Milano'nun olmazsa olmazı burası.


Galleria Vittoria Emanuele 2
Burası, dünyanın en eski alışveriş merkezlerinden bir tanesi. Yapı gerçekten çok görkemli ve inanılmaz yüksek. Dünyaca ünlü ve pahalı markaların mağazaları burada yer alıyor. Gucci, Prada, Louis Vuitton gibi markaların mağazaları var. Ayrıca içeride bir çok restoran da yer almakta. Alışveriş merkezi, Duomo Meydanı'nın hemen yanında bulunuyor. Bir girişi direkt olarak meydana çıkıyor. Gitmişken görülmesi gereken yerlerden bir tanesi ama çok vakit geçirilecek bir yer değil.


Castello Sforzesco
15. yüzyılda yapılmış büyük bir şato burası. Özellikle Milano'nun savunulması noktasında önemli bir yere sahipmiş. Duvarları, okçular için yapılmış deliklerle dolu. Etrafında eskiden kalma, şu an içi boş olan hendekler var. Günümüzde artık sergi salonu, müze ve sanat olaylarına ev sahipliği yapan bir yer olmuş. Eğer bisiklet kiralarsanız buraya gidiş geliş çok keyifli. Hemen arkasında çok güzel ve büyük bir park var. Parkın içinden geçip buraya ulaşabilirsiniz. İlgisini çekenler için Michelangelo'nun yarım kalmış son eseri olan Rondanini Pietàsı buradadır.


Milano ve Yemek
Herkes aynı düşünür mü bilemem ama bir Türk için Avrupa'daki yemek cenneti bence İtalya'dır. Damak tadımıza uygun ve şahane yemekler var. Milano'da yapılacak çok da fazla bir atraksiyon olmadığı için buranın yemek kültürünü ve meşhur yemeklerini fazlaca araştırma imkanım oldu. Şimdi biraz bunlardan bahsedeyim. Milano'nun en önemli yemek olayı, meşhur "aperitivo" konseptidir. Akşamüstü saat 6-7 civarı bir mekana gidiyorsunuz ve sadece aldığınız içkinin parasını veriyorsunuz. Mekanlar size açık büfe atıştırmalıklar sunuyor ve bunların tamamından ücretsiz faydalanabiliyorsunuz. Peynir çeşitlerinden böreklere, pizzalardan salatalara bir çok çeşit bulmak mümkün. Bir akşam yemeği kesinlikle bu şekilde yenmeli bence. Aperitivo, saat 9-10'a kadar devam ediyor. Kişi başı 7-8€'ya rahat rahat doyuyorsunuz. Merkezden uzakta, Porta Genova F.S. metro istasyonunda inerseniz, Milano'nun o sıkıcı şehir düzeninin bir anda değiştiğini göreceksiniz. Ufak bir akan dere gibi bir yer burada ve aperitivocular buranın etrafına konuşlanmışlar. Beğendiğiniz bir tanesine oturabilirsiniz, ortam çok güzel.

Milano'daki meşhur yiyeceklerden bir tanesi Panzerotti. Bildiğimiz Pişi'ye çok benziyor ve beni çok etkilemedi açıkçası. Nerede yiyebileceğimizi sorduğumuz zaman ise tüm Milano'dan tek bir yanıt aldık: "Luini". Fakat ne yazık ki burası Pazar günleri kapalı oluyormuş ve bizim haberimiz yoktu bundan, bu nedenle orada yiyemeden dönmek zorunda kaldık :( Bir diğer atıştırmalık lezzet ise bruschetta. Bu gerçekten enfes bir tat. Kızartılmış ekmek üzerine bol zeytinyağlı ve domatesli bir sos ile geliyor. Üzerindeki malzeme soğuk ve çok lezzetli. Kesinlikle tadın. İçecek olarak ise buranın meşhur bir lezzeti olan Negroni'yi deneyin. Portakallı ve içerisinde cin bulunan bir kokteyl. Ben gitmişken denedim fakat oldukça ağır onu belirteyim. Son olarak eğer gerçekten ismi karizma olan bir Milano yemeği yemek isterseniz "Ossobuco Con Risotto Alla Milanese" tatmalısınız :) Safranlı pilavın üzerinde ya da yanında gelen dana incik. Oldukça lezzetli ve büyük. Bir porsiyon ile rahatça doyarsınız. İmkanınız olursa bu lezzeti de tadın derim.

Ossobuco Con Risotto Alla Milanese
Gitmişken tabi ki pizza, makarna, lazanya vs. yemelisiniz, bunlardan bahsetmiyorum bile. Pizza için şahane bir yer var : Pizzeria del Ticinese. Burası Ticinese bölgesinde ufak bir pizzacı. İçerisi 1900'lü yıllardan kalma bir italyan lokantasını andırıyor ve çok güzel. Oldukça ilgililer. Pizzaları şahane, fiyatları uygun. 15€ civarı kişi başı bir pizza ve bir kadeh şarap alabiliyorsunuz. Pizza olarak, şu an ismini hatırlamadığım, küflü peynirli bir pizza vardı, kesinlikle deneyin. Ayrıca tripadvisor tavsiyeleri üzerine gittiğimiz Botega Caffe Cacao'yu da çok beğendik. Gün içerisinde bir kahve molası için uğrayabilirsiniz. Amaretto içmenizi tavsiye ederim.




Özetlersek; İtalya'nın tamamını gezmedim fakat Milano için İtalya'nın en concon ve benim gezdiğim yerler arasında kısmen sıkıcı olanlardan birisi desem yanılmış olmam sanırım. Fakat lokasyon olarak iyi bir yerde ve bir çok yere aktarma yapmakiçin burada konaklamanız gerekebilir. Bu durumda 2 gün burası için yeterli olacaktır. Şehir içi görülecek yerler birbirine çok yakın olmamasına rağmen biz metroyu fazla kullanmadık, Milano'da "BikeMi" diye bir nimet var çünkü. BikeMi, bir bisiklet kiralama mekanizması aslında. Şehrin 160'dan fazla noktasında bulunan bisiklet park yerinden, şifrenizi kullanarak bisiklet alıyorsunuz ve yarım saat içinde gezip bisikletinizi başka bir park yerine bırakıyorsunuz. Yöntem bu şekilde. Park yerleri çok yakın olduğu için rahatça gezebiliyorsunuz. Eğer süreyi geçerseni 0.5€ gibi bir cezası var. Günlük 2€ gibi komik bir rakama, bu hizmetten faydalanıyorsunuz. Milano bir bisiklet şehri değil kesinlikle ama bahsetttiğim parkta gezmek için ve açık havada seyahat etmek için tercih edebilirsiniz. Son olarak, eğer buradan sıkılırsanız, 1 saat mesafede bulunan meşhur Como gölüne de gidebilirsiniz.





( Milano, moda, Duomo, Sforzesco, Santa Maria Delle Graziea, Da Vinci, San Siro, BikeMi, Son Akşam Yemeği, Aperitivo, lazanya, şarap, makarna, pizza, panzerotti, luini )